Anlatacağım hikâye aynıyle vakidir. Yani hikâye değildir. Kahramanları yakından tanıyorum. İki kahramanın ismini değiştireceğim sadece, o kadar.
Nasrullah Kazak kökenli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Kaderine Amerika’da yön vermeye gelmiş. Özbek asıllı bir karısı var, Fatma. İkisi de orta yaşlarında. Çocukları yok.
New York’un Brooklyn semtinde bir evde yaşıyor, buldukları işlerde çalışarak ayakta kalma kavgası veriyorlar. Ayakta kalma kavgası, sık sık birbirleriyle kavgaya dönüşüyor. Geçimsizliğin sebebi daha ziyade Nasrullah. Kusuru, kabahati, yalanı, dolanı çok bir adam. Gerçi Fatma da az sinirli değil!
Birgün Fatma mutfakta, yemek hazırlığında. Ağız dalaşı ile başlıyorlar önce. Derken Fatma’nın tepesi atıyor, tezgâhın üzerindeki ekmek bıçağını alıp sallıyor Nasrullah’a. Karın boşluğuna denk geliyor bıçak.
Nasrullah neye uğradığını anlayamıyor. Bir eliyle kan harlayan karnına mutfak havlusunu bastırırken sendeleyerek kendini dairenin dışına atıyor. Merdivenlerde gürültüyü duyan komşular başlarını uzatıyor kapılardan. Kanlar içinde bir adam inmekte…
“Ne oldu? Ne oldu sana?”
Nasrullah hem iniyor, hem bağırıyor: “Ruslar bıçakladı!”
Apartmanın cümle kapısının önünde “Ambulans!” diye bağırırken, koşup gelenlere, çok da yaklaşmamaya dikkat ederek ne olup bittiğini anlamaya çalışanlara can havliyle aynı adresi gösteriyor: “Ruslar, Ruslar…”
Nasrullah şuuraltındaki düşmana sığındı. Aklına ilk gelen o oldu. Karısını ele vermek istemedi, ilk aklına gelen “Ruslar” oldu.
“Ruslar bıçakladı!”
Başımıza gelen her sıkıntının, içine düştüğümüz her darboğazın, -hatta kendine araştırmacı diyen bir densizin dediği gibi şiddetli yağmurun, dolunun!- sebebini, müsebbibini hep dışarıda aramak, bizi doğru sonuçlara götürmez.
Halbuki bıçaklayan içerdeydi. Kendi mutfağındaydı. Kendi karısıydı.
Fatma zaten mutfakta elinde bıçakla kalakalmıştı. Bir yere kaçacak dermanı yoktu! Niyeti de yoktu!
Ambulans geldi, Nasrullah’ı hastaneye götürdüler, yarası ağır değildi. Bir kaç gün sonra taburcu oldu. Bu arada polisler olay yeri incelemesine geldi, ifadeler alındı, bütün bulgular Fatma’yı gösteriyordu, Ruslar’ı değil! Evet, oturdukları muhitte çok Rus göçmen vardı amma dışarıdan giren hiç kimse olmamıştı eve, kan damlaları merdivenleri çıkıyor, mutfakta sona eriyordu, bıçaklayan karısı idi!
Fatma’yı götürdüler. Nasrullah – herhalde kavgada kendini de kabahatli buluyordu- şikâyetçi olmadı. Yine de cinayete teşebbüs mü, değil mi, kaza mı, şu mu bu mu derken Fatma iki ay kaldı içerde.
Neden anlattım bu hikâyeyi? Nasrullah “Ruslar…” demişti, “Beni Ruslar bıçakladı.” Halbuki bıçaklayan içerdeydi!
Bazen, belki de çoğu zaman “bıçaklayanı” dışarda arıyoruz. Yediğimiz darbelerin kaynağını… Dışarıyı işaret edip işin içinden çıkıyoruz. İmparatorluğu dış güçler tarafından, hile ve desise ile parça parça edilen bir milletin, şuuraltına yerleşmiş bir duygusu olabilir bu. Bu açıdan bakınca haksız değiliz. Ama o vakitler bile Keçecizade Fuad Paşa, Avrupalı muhataplarına ne demişti: “Siz içerden, biz dışardan…”
Bu hikâyede Nasrullah bıçaklayanın Ruslar olmadığını bile bile bir algı operasyonu, psikolojik manipülasyon yapmak istedi. Bazı Nasrullahlar böyledir, kendileri gerçeği bilir ama çeşitli sebeplerle hedef şaşırtır, çevreyi yanıltmak ister. Fakat başka Nasrullahlar da vardır ki, darbe içerden geldiği halde, kendisi de gerçekten farketmez, dışardan sanır.
Başımıza gelen her sıkıntının, içine düştüğümüz her darboğazın, -hatta kendine araştırmacı diyen bir densizin dediği gibi şiddetli yağmurun, dolunun!- sebebini, müsebbibini hep dışarıda aramak, bizi doğru sonuçlara götürmez. Yanlış adreslere gözümüzü dikip oyalanır, aldanır dururuz.
Sebep de, müsebbip de çoğu zaman içerdedir, odalardadır, mutfaktadır. Sebep de, müsebbip de bizizdir!
Dış mihraklar, dış güçler… lâfı yerli yersiz çok sık duyulur oldu da hatırladım Nasrullah’la Fatma’yı.